
Yıllardır her yılbaşında 365/Otoportre projesine başlayım deyip deyip bir türlü başlayamadım. 1 Ocak olması da, tamamen obsesif bir insan olmamdan kaynaklı; yoksa 28 Haziran’ın nesi var yahu, başlasan? Ama o iş öyle değil işte.
Neyse ki hazır eve kapanmışken ’30 Gün/OtoPortre’ projesini yapabildim. 1-30 Nisan 2020 tarihleri arasında 30 günde 30 otoportre çektim. Bu projede lojistik olarak bazı kısıtlar zaten mevcuttu, çünkü 10 metrekare odada yapılabilecekleriniz takdir edersiniz ki bir miktar kısıtlı. Ben de bunun üstüne teknik olarak kendime 1 makine, 1 lens ve 1 ışık kısıtı koydum. Makine ve lens kısmına tamamen uyuldu ama birkaç fotoğrafta 2 ışık kullandım, itiraf edeyim.
Malum haberlerin çoğunlukla olumsuz olduğu, belirsizliğin bütün dünyayı avucunun içine aldığı bir dönemdi, gerçi hala da öyle ama artık alıştık sanırım. Dolayısıyla 2020 Nisan, fotoğraf çekmek ve yemek+uyumak dışında hiçbir şey yapmadığım bir ay olarak kişisel tarihime yazıldı.
Bütün bu olumsuzluğun içindeki gelecek kaygısından kaçmak için her zamanki tutkum olan fotoğrafa sarılmayı tercih ettim. Zihnimi meşgul edecek, gündemden ve apokaliptik senaryo düşüncelerinden beni uzaklaştıracak aklıma gelen en iyi çözüm de, nispeten uzun soluklu bir proje yapmak oldu. Böylece ’30 Gün/OtoPortre’ başlamış oldu.
Size biraz teknik detaylardan bahsedeyim. Bütün fotoğraflar bilgisayara bağlı çekildi. Ellerimin görünmediği fotoğraflarda bilgisayar çok yakınımda ya da kucağımda oluyor ve Lightroom üzerinden makineyi tetikliyordum. Birkaç fotoğrafta da bilgisayarı yere koyup ayak baş parmağımı ustaca kullanarak aynı işlemi gerçekleştirdim.
Bazı fotoğraflarda 2 saniye zamanlayıcıyı kullanmak çok kullanışlıydı. Boğulma tehlikesi yaşadığım 22 ve 29 numaralı fotoğraflarda annemin, 14 numaralı fotoğrafta da kardeşimin yardımlarını kullandım.
Fon olarak evdeki beyaz ve gri lastikli çarşafları kullandım çoğunlukla. Bunun haricinde renkli olanlar da zaman içinde almış olduğum kumaşlardı. Ucuz yollu renkli fon ihtiyacımı uzun zamandır kumaşlarla çözüyorum, tavsiye ederim size de. Özellikle ev stüdyosu kurulumu için hem fiyat olarak hem kullanış olarak çok verimli.
Fotoğrafların bilgisayar kısmından da birinci fotoğraf hariç hepsinden timelapse videolar kaydettim. Post-prodüksiyon aşamalarının videolarını instagram hesabımda hikayelerden izleyebilirsiniz.
Son fotoğrafı yükledikten sonra açıp 30 fotoğrafı bir akış halinde gördüğümde aklımdan geçenleri sizinle paylaşmak isterim. Çünkü benim tahmin bile edemeyeceğim kadar kafamı açan, özgürleştiren ve rahatlatan bir deneyimdi.

Ekipman fetişinden kurtul
Ara Güler belki de “En iyi makina en iyi fotoğrafı çekseydi, en iyi daktiloya sahip olan en iyi romanı yazardı.” derken belki benimle aynı yerden söylememişti, ama doğru. En iyisi olsun, almışken daha üst model alayım mantığında hareket etmiyordum zaten. Her alışverişimde mümkünse hem uzun vadeli kullanacağım hem de bana götürüsünden çok daha fazla getirisi olacak malzemelere yatırım yapma yoluna gidiyordum.
Ve fakat, fiziksel çevremden ve sosyal medyadan kaynaklı sebeplerle ister istemez bu hisse kapıldığım anlar da olmuyor değildi. İşte bu süreçte bunların aslında ne kadar gereksiz düşünceler olduğunu, üretmek ve bir şeyler çekmek istedikten sonra elimdeki imkanlar dahilinde yapabildiğim kadarının çok daha kıymetli olduğunu bir kez daha hatırladım. Zira kullandığım lens 2005, makine ise 2012 yılında piyasaya sürülmüş ürünlerdi.
Tabii bunları söylerken içsel bir üretim dürtüsü açısından söylüyorum. Yoksa ticari bir işe girip de böyle bir söylemin arkasında bayrak tutmak pek de mantıklı değil. Her üretim kendi mecrasını seçer ya da bir mecraya yönelik üretim yapılır ve o mecralar da belirli teknik gereklilikleri sağlamanızı beklerler. Ben bu fotoğraflarla büyük boy baskı alıp bir galeride sergi yapma düşüncesinde olmadığımdan, elimdeki imkanlar zaten ihtiyacımın birkaç kat fazlasını bana sunuyordu. Ama dediğim gibi reklam çekimi yapıyor olsam bu genişlikte olamazdım.

İlhamı kendinde ara
İlk birkaç gün için neler yapacağım aşağı yukarı kafamda oluşmuştu. Ama ne zaman oldu ki ikinci hafta geldi çattı; işler biraz zorlaşmaya başladı. Hem birbirini tekrar etmeyen hem farklı teknikleri deneyebileceğim hem de içime sinecek otantiklikte fotoğraf fikirleri bulmak, bu kadar kısıtlı zamanda ve dert dolu bir kafayla zorlayıcıydı.
O günkü ruh halimden, dinlediğim şarkıdan yola çıkmak biraz işimi kolaylaştırıyordu başlarda. Ama yine bu da sürdürülebilir olmadı, şarkı işi de ikinci haftayı göremedi. Zorunlu olarak döndüm kendi içime, başladım derinlere inmeye.
Neredeyse bütün fotoğraflar için konsepti belirlerken önce bir duygu seçtiğimi ve o duyguyu en iyi yansıtacağına inandığım tekniği uyguladığımı söyleyebilirim. Bu süreç benim de kendime dönüp, neler hissediyorum ve neler düşünüyorum gibi soruları tekrar tekrar sormama sebep oldu. İyi de oldu.

Takıntılarından vazgeç
Dediğim gibi obsesif bir fotoğrafçıyım. Bunu bugüne kadar birlikte iş yaptığım bütün arkadaşlarım da acı bir yüz ifadesiyle onaylayacaklardır diye tahmin ediyorum. Çünkü kendime bile bazen fazla gelen bu yanım, eminim ki onlar için de zaman zaman can sıkıcı olmuştur. Ama hepsinin de nezaketi sayesinde, hiç bu sebeple bir sıkıntı yaşamadığım bilgisini de eklemiş olayım.
Peki ’30 Gün/OtoPortre’ serisinde ne oldu? Bir kere fon istediğim gibi pürüzsüz olamadı, önce onu saldım; kumaştaki kırışıklık olsun kat izi olsun gölgesi olsun, hepsiyle barıştım. Biraz sağ gözüm seğirdi tabii ama çok uzun sürmedi. “Neyse artık.” söz öbeği en sadık yoldaşım oldu.
E ben simetri hastasıyım ama kucağımda bilgisayar, kafama sarmışım kim bilir neler; bir türlü dümdüz duramıyorum makine karşısında. Ya sağ omzum ya sol, mutlaka biri simetriyi bozuyor. Onu düzeltmeye uğraşırken de duygudan uzaklaşıyorum ve sonuç ürününü sevmiyorum. Simetriyi de saldım böylece.
Oydu buydu derken, gereksiz olduğunu farkettiğim bu detaylardan azad olunca başka bir şeyler aramaya başladım fotoğraflarda. Daha ruh odaklı, hissiyata ve duyguya yönelen bir bakış vardı eskimde, onu yeniden gündeme aldım. Rota değişti, yeni yol daha çok hoşuma gitmeye başladı.

Tabuları yık
En büyük tabu tabii ki çıplaklık. Şahsen çok fazla fotoğraf çekilmeyi de sevmediğimden mütevellit, çıplaklık içeren de fotoğrafımı açık bir hesabımda paylaşmışlığım yoktu. Hatta böyle bir şey yapacağıma ihtimal bile vermeyecek bir sürü tanıdığım olduğuna da neredeyse adım kadar eminim.
E soyundum, daha doğrusu bazı kıyafetleri giymemeyi tercih ederek en doğal halime daha da yaklaştım diyeyim. Hatta bununla da kalmayıp muhtemelen büyük bir kısmını sadece benim bildiğim alt metinleri dolup taşan fotoğraflar da çektim. Bu alt metinler çıplaklıktan çok daha sertti, ama görünecek miydi?
Düz beyinler yine çıplaklık engeline takılacak ve fotoğrafın duygusuna giremeyeceklerdi. Nitekim böyle de oldu. Yüzümde müstehzi bir gülümseme ile onlara uzaktan selamı çaktım ve seriye devam ettim. Tam da o zamanlarda içimden “İşte budur, doğru yoldasın.” diyen bir ses duydum. O sese kulak verdim ve ‘Acaba buna ne derler, benimle ilgili ne düşünürler?’ derdinden kurtulup, çekmek istediğimi çektim ve paylaştım.
Fotoğrafların içine yerleştirdiğim ufak detaylardan mesajı yakalayanlar ise özel mesaj atacak ve mesajı aldıklarını, fotoğrafı beğendiklerini söyleyeceklerdi. Bu benim için bir ölçü olmamakla birlikte, içimdeki umudu gıdıklayacaktı.

Otoportre BONUS; Kendinle barış
İçinde vakit geçirdiğim bu beden benim için sadece bir yerlere gitmeme ve bazı şeyler söylememe yardımcı olan bir araç, fazlası değil. Onun eksikliklerine üzülmek de güçlü yanlarıyla övünmek de manasız.
Ben aslında kimim, neyim? Bu fotoğraftaki beni tamamen anlatabilir mi? Bunların cevabını fiziksel formumun ötesinde, bambaşka bir noktada buldum sanırım.
Oh içim açıldı derler ya hani, benim de öyle oldu işte; bu sayede gördüm içimdeki karanlığı.
Eyvallah.